“ELİM DEĞDİKÇE”: TİFTİĞİN PEŞİNDE-I

4  Temmuz 2020 Cumartesi günü gerçekleşen Güdül köy pazarı vesilesiyle Ankara yakınlarında agroekoloji çalışmaları yürütülen Güdül ve Tahtacıörencik’e bir ziyaret gerçekleştirdik. Ziyaret sırasında çeşitli üreticiler ve yöre halkı ile ilişkileri olan Ceyhan ve Nihal Temürcü ve onların yönlendirmeleri sayesinde tiftik ticareti işinde olan Kadir Bey ve Tahtacıörencik’te tiftik eğirme geleneğini sürdüren Meryem ebe, tiftik keçileri olan Ayşe ve arkadaşları Müzeyyen ve Rahime ile görüşme şansı yakaladık.


İlk olarak Güdül Merkezde tiftik işi ile ilgilenen Kadir Bey ile görüştük. Kadir Bey’in tiftik kooperatifi ortağı olduğunu düşünüyorduk ancak kendisi bağımsız tiftik ticareti yapıyormuş. . Az miktarda tiftik edinmek istediğimizi ve de tiftik keçilerinin nasıl koşullarda yaşadığı, nasıl muamele gördüklerini merak ettiğimizi belirtince, tiftik kooperatiflerinden (Keçibirlik, Tiftik Koop.) alım yapmanın, yapılan ihale boyutları nedeniyle, bizim gibi küçük üretim peşinde olan üreticiler için zor olduğunu söyledi. Kendisi istediğimiz takdirde -piyasa koşullarına göre az miktarda istesek dahi- bize tiftik sağlayabileceğini söyledi. Ardından, tiftiklerin büyük bir çoğunluğunun Irak, İran ve İngiltere gibi ülkelere ihraç edildiğini, bir kısmının da İstanbul menşeli lüks halı veya giyim firmalarına ve sanatçılara satıldığını belirtti. Bu malumat bize başlarda yalnızca arz-talep ilişkisine yönelik bir notmuş gibi gelse de daha sonra anlayacaktık ki Türkiye’de tiftik işleme zanaati yok olmuş durumda ya da en azından bu üretim zincirinde hayati kopukluklar var. Tiftiklerin çoğunun kırkıldığı gibi yurtdışına ihraç edilmesinin sebeplerinden en önemlisi, oradaki talebi ciddi bir oranda karşılıyor olmasından ziyade Türkiye’de işlenemiyor olması. Çok değil bundan 150 yıl öncesine kadar, çok farklı bir teknolojik bağlamda oldukça kaliteli, yalnızca tiftikten oluşan ve dünyaya nam salmış kumaşlar üretilebilirken şu an Türkiye’de bunu yapmak neredeyse  imkansız hale gelmiş. Tabii tüm bunları Güdül’de gerçekleştirdiğimiz saha çalışmasından sonra tiftik üzerine yaptığımız araştırmalara devam ettikçe öğrenecektik. Sizlere de bir sonraki yazımızda aktaracağız. 

Dükkandan kafamızda soru işaretleriyle ayrılarak Güdül Merkezdeki agroekolojik çalışmaların yürütüldüğü bostana gittik. Bostan ile yakından ilgilenen Özkan’la beraber bostana doğru gerçekleştirilen yürüyüşe katıldık. Ceyhan’ın Tahtacıörencik ve Güdül ile gıda ve kır-kent ilişkisi bağlamında kurduğu, 10 yılı bulan bir tanışıklığı, ilişkisi var. Ceyhan’a daha önce bize telefonda bahsettiği mor pamuk hakkında sorular sorduk. Ceyhan, Güdül’de bulunan bir miktar tohumun çiftçiler tarafından ekildiğini ancak tohumların (yıllardır ekilmediği için) filizlenmediğini belirtti. Ayrıca, Nallıhanlı olup doktora araştırmasında Nallıhan’ı çalışan bir kişiden Nallıhan’da hala pamuk eken birileri olabileceğini duyduğunu iletti. Bizimle bu kişinin yazlarını hala Nallıhan’da geçiren  ailesinin iletişim bilgilerini paylaştı; Nuriye Abla ve Ekrem Abi. Bu kişilerin bize Nallıhan’daki pamuk üzerine bilgili kişilere ulaşmak için yardım edebileceklerini söyledi. Bu görece önemsiz gibi görünebilecek bilgi bizim diğer saha çalışmamıza ve de çok güzel ilişkiler kurmamıza vesile olacaktı.  

Bahçeden sonra Güdül’ün güzel bir köyü olan Tahtacıörencik’e doğru yola çıktık. Büyük bir çeşmenin yanına varınca park edip dut ağacının gölgesine oturduk. Daha önceden iletişim bilgilerini edindiğimiz Müzeyyen’e telefon ettik. Buluşunca Müzeyyen’den hala iplik eğirdiğini öğrendiğimiz Meryem ebenin kapısını çaldık ama açan olmadı. Ebeyi bulmak adına dünürü Rahime’nin evine doğru yürümeye başladık. Rahime’yi de evde bulamayınca kocasıyla beraber yeni yapmaya başladıkları evin arazisine doğru gittik. O sırada arabamız bozuldu. Müzeyyen antika arabamızı ilk gördüğünde dudağının ucuyla bize gülmüştü, şaşırmadı. Bir kısmımız araba başında kaldı, diğerleri Rahime ve eşinin yanına doğru yürümeye devam etti. Rahime de bir yandan ebeye telefon ederken, bir yandan da bize eskiden ördüğü yün çorapları anlatıyordu. Bir keresinde Müzeyyen’in “akıllı” lakaplı abisinin, annesinin kendisine ördüğü çorabı beğenmeyip eskiciye satmaya çalıştığını, eskici “Yeni bu, almam” dediğinde de taşla eskitip sattığını anlattı. “Eskiden bunlar mı vardı? Örüyorduk işte.” diye plastik papuçlarının içindeki çorapları gösterdi. İp eğirme işini daha çok annelerinin yaptığını, kendilerinin de çorap ördüğünü ama artık rahata düşkünlükten onunla da uğraşmadıklarını anlattılar. Bir süre daha çevremize bakınarak oraların güzelliğinden konuştuk. Rahime’nin eşi geçen gün karşı tepedeki mor renkli deve dikeninin yendiğini öğrendiğini ama henüz denemediğini söyledi. “Buradan fabrikaya gidiyormuş, sonra bize ithal ilaç diye satıyorlarmış” diye anlattı. O sırada telefonla ebenin aslında evde olduğunu, uyuyakaldığı için kapıyı duymadığını öğrendik. Vedalaşıp dut ağacının gölgesindeki çeşmeye geri yürümeye başladık.

Ağaca vardıktan biraz sonra uzaktan sallana sallana ebe geldi. Elinde fengiresiyle gelip bankta karşımıza oturdu. Güdül’e geldiğimizden beri herkesten “Yapan kimse kalmadı, yok” diye duyduğumuz tiftik eğirme işini yapan kişiyle tanışabildiğimiz için mutluyduk. Ebe ile tatlı bir muhabbete başladık. O da bu işin yaygın olarak yapılmadığını, kimsenin ilgisini çekmediğini anlattı. Müzeyyen “ben torunuma bir su bardağını bile mutfağa götürtemiyorum, telefonlarındaki oyunu bırakmıyorlar” dedi. Nasıl eğiriliyor ip diye sorunca ikisi birden anlatmaya başladılar. Belki bu süreçte bizler de öğrenebiliriz, ilgililere Meryem ebe ve Müzeyyen’in aktarmasını sağlayabiliriz diye düşündük. “Ne kadar almak gerekir” diye sorduk. Müzeyyen 1 kilo yünden 2 fengire ip çıktığını söyledi. Ayrıca her tiftikten de güzel ip yapılamayacağını, kiminin “yağtalı” olduğunu, yıkayınca dağılmadığını ve yağ bağlayan kirlenen yünlerin açılmadığını söyledi Meryem Ebe. Tahtacıörencik’te dokuma yapılıp yapılmadığını sorduk, hiç yapılmadığını öğrendik. Fengirenin eskiden elde yapıldığını, en iyisinin ardıç ağacından yapılan olduğunu söyledi. Ebe bu kış sonu İstanbul’dan, bizler gibi birilerinin geldiğini, onlar için de bu işi yaptığını söyledi. “Üç günümü verdim 100 lira aldım. Tiftiği de Ayşe’den aldık, 100 lira da o aldı” dedi. Ayşe’ye de telefonla ulaşmaya çalıştık, olmayınca biraz ötedeki evine gittik. Ebenin güzel evinin önünden geçerken, eski ahşap dokusunu koruduğu için bize çok güzel göründüğünü söyledik. Ebe de “sıva yapılsa daha güzel olacak da…” dedi. “Soğuktan mı?” diye sorduk. “Tabii soğuk da ama sıvayla daha güzel görünecek, işte bunun gibi” dedi Ayşe’nin evinin önüne geldiğimizde. Kapıyı önünde bulduğu dallarla çalıp Ayşe’ye seslenmeye başladı; “sana iki kız getirdim”. Ayşe de uykulu bir halde camdan çıktı önce. Sonra aşağı inip kapıyı açtı. Ebe ona durumu anlatınca biraz telaşlandı. Ağzını eliyle kapayarak “bulamam ki hemen şimdi, dağdalar” diye açıklamaya başladı. Ebe çöktüğü merdivenden “hemen değil” diye rahatlattı arkadaşını, “elimiz değdikçe yaparız”. Biz de Ayşe’ye ne zaman uygun olursa getirebileceğini, zaman sıkıntımız olmadığını, henüz keşif aşamasında olduğumuzu söyledik. Ayşe’nin dört keçisi varmış, şimdi dağda çobanla birliktelermiş. Baharda İstanbul’dan gelenlere vermek için kırktıkları tiftiklerden kalanları da bozulmasın diye ilaçlayıp kaldırmışlar. Ayşe’nin de telefonunu alıp ikisiyle de haberleşmek üzere vedalaştık. 

Sahadan neşeyle karışık bir belirsizlik hissi ile ayrıldık. Araştırmalarımızı çeşitlendirdikçe ve birbirinden farklı kaynaklara başvurdukça kopuk üretim ilişki ve halkalarını daha iyi anlamaya başladık. Bir süre sonra Meryem ebe bize Ayşe’den aldığı bir miktar tiftik ile ip eğirdi. Acele etmeden, “eli değdikçe” yapmış! Bu ip yalnızca tiftikten oluşmuyor aynı zamanda bütün geçmişi ve karmaşık üretim ilişkilerini bir yumak haline getiriyordu. Bir sonraki yazımızda bu yumağı bir nebze de olsa açmaya çalışacağız.

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir